Biz şehirde
yaşayan insanların sanıyorum yemek, içmek ve uyumaktan sonra ki en büyük
ihtiyacı şehrin o boğucu gürültüsü ve pis havasından kopup biraz kafasını
dinleyebilmektir.
Ben ve ailem de
biraz kafa dinlemek için yeşilliği, temiz havası ve biraz da şaraplarıyla çakır
keyif olma imkanı sunarak insana kucak açan ismi gibi şirin İzmir'in Şirince
Köyü'ne gidiyoruz. Siz de bizim gibi
kafa dinlemek için bu ilçeyi tercih ederseniz özel arabanıza atlayıp İzmir-
Aydın otobanından Belevi çıkışını kullanarak Selçuk ilçesine oradanda Şirince
tabelasını takip ederek sadece 8 km gitmeniz yeterli. “Benim özel bir arabam
yok, oraya gidemez miyim?” diye düşünmeyin. Otogardan “Selçuk” otobüslerine
binip Selçuk otogarından da Şirince minibüslerine binmeniz yeterli olacaktır.
Şirince
yolunun sağında ve solunda yer alan yeşillikler, meyve bahçeleri daha yolda
bile insanın gözünü aynı zamanda da ruhunu dinlendirmeye başlıyor. Yolda dönen
yolların başlaması Şirince'ye yaklaşıldığının en büyük habercisi. Güzel ve
dinlendirici yolculuğun ardından -küçük yeğenimin gördüğü herşeyin büyük bir
ısrarla sorması haricinde- küçük kasabaya geliyoruz.
Kafanızı
kaldırıp bu şirin kasabaya baktığınızda yeşilin içinde sana sıcacık gülümseyen
hemen hemen aynı büyüklükte ve sanki birbirine saygıda kusur etmemek
istercesine birbirinin önünü kapatmayan Rum Evleri ile karşılaşırsınız. Benim
size tavsiyem o anda yapmanız gereken
şey gözlerinizi kapatıp o temiz ve tarihi havayı derin bir nefes alarak tüm ciğerlerinize
doldurmanız.
Tabii ki bu
kasabaya geliş amacınızın da büyük önemi
var. Kimisi bu kasabaya tarihi dokuyu incelemek (genelde ilk kez
gelenler) kimisi benim gibi kafasını dinlemek, kimisi takı ve doğal taş meraklısı ablam gibi yapılan el
işi taştan takılardan almak, kimisi o güzel şaraplarının tadına bakarken bir
yandan evdeki şarap stoğunu doldurmak, kimisi ise küçük yeğenim gibi sadece
keşfedip eğlenmek için buraya gelir.
Ben
her ne kadar oturup dinlenmeyi tercih etsemde ablamın ısrarları ile kendimize
el işi -tezgahlarının önünde
buluyoruz. Bu tezgahların -arkasında
ise tam bir Egeli gibi tüm sıcaklığı ile sana kucak açan başı çemberli altı
şalvarlı yürekleri gibi yüzleri de temiz yaşlı teyzelerle karşılaşırsınız.
Teyzeler evde boş oturup erkeğe el açmak yerine marifetlerini konuşturup evin
ekonomisine ortak olmayı tercih eder. Bu tezgahlarda neler neler vardır bir
bilseniz. Oyalı çemberlerden işlemeli patiklere, banyo liflerinden iğne oyalı
havlulara kadar pek çok şey... Ama bana sorarsanız benim ilgimi en çok şile
beziyle yapılan işlemeli elbiseler dikkatimi çekti. Sıcak bir yerde
yaşıyorsanız -özellikle Ege Bölgesi gibi- en çok ihtiyaç duyacağınız şey hafif,
rahat, ince ve pamuklu giysilerdir. İşte bu elbiseler benim için biçilmiş kaftan.
Hemen uğur böcekli işleme ile işlenmiş yaka kısmı dantelli küçük bir elbiseyi
yeğenime; sade, yakası dantelli ve belinde örgü kemeri olan elbiseyi kendime
seçiyorum. Başlıyorum teyzemle sıkı bir pazarlığa ve ikisini zar zor 40 TL'ye
alıyorum. Bir de bakıyorum ablam yok. Onun nerede olduğunu tahmin etmek benim
için zor değil. Tabii ki takı tezgahları... Ablamın yanına gittiğimizde tezgaha
bir göz gezdiriyorum. Renk renk taşlar hemen gözüme çarpıyor. Taşların
güçlerine inanan ablam tasarımı ve rengiyle ön plana çıkan turkuaz taşları ile
yapılmış bir takıyı kendine almakta gecikmemiş. Diğer dükkanları da büyük bir
ilgiyle gezip kendimize şarap tadıp alabilecek bir yer arıyoruz. Sonunda
Kıvırcık Şarap Evi'nde karar kılıyoruz. Buranın sahibi çok sevimli bir karı-koca...
Dükkanın dışında tahta masa ve hasır küçük taburelerde oturup başlıyoruz
mükemmel şarapları tatmaya. Kavunlusundan tutun şeftalilisine kadar. Bu şarabın
yanına verilen mısır çerezleri ise harika. Küçük yeğenim daha masa konur konmaz
bu mısırları avuçluyor. Eğer şarapları tadıyorsanız sakın acele etmeyin; çünkü
her şarabın ağzınızda bıraktığı enfes tadın keyfini sürmezseniz hiçbir şey
anlayamazsınız. Bu kadar şarabın tadına baktıktan sonra en çok beğendiğim
karadut şarabı oluyor. Bu arada buranın el yapımı kırmızı şaraplarıda bir
harika; insanın ağzını dolduruyor. Şarap içtiğinin farkına varıyorsun. Meyveli
ve el yapımı şaraplardan alıp başlıyoruz gezimize devam etmeye.
![](https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh3sQjEMGbNmadBxFAfSSmlu2HBYbywaf743-uqOP_97yt8jCyoDeukf3YAPLtBoVq1ULN6A1o7ZU6UAd2j56KKOABghPjAo04vRtPSnTQ-H1Y_fdeW-u2vZNbu81IjFCfpDbDvNonzw0I/s320/Untitled.jpg)
Bu tezgahların önünden geçip
tırmanarak biraz daha yükseklere
inşa
edilmiş The St. John Baptist Kilisesi'ne giriyoruz. Bu kiliseye
girdiğinizde teninize beyaz mermerlerin
serinliği çarpar. Buram
buram tarih
kokan bu mekanın loş ışığı ve sesleri aksi insanda bile
uhrevi bir ortamda yaşanan dinginliği
kazandırır. Bu kilisenin
mimarisine
bakıldığında iki büyük ve altı küçük kubbe
ayrıca dört
tonoz ile örtülüdür.
Taban mermer ve yeryer siyah çakıl ile kaplıdır.
Kubbe ve tonozları taşıyan altı sütun ve her
iki taraftada dört ayak
bulunmaktadır.
Dağdaki apsiste kafesli bir pencere, onun üstünde
Hz. İsa'yı tasvir eden balık figürü, sağ
tarafında ise Hz. İsa'nın
vücudunu ve
kanını temsil eden kadeh içinde Hz. İsa figürü bulunmaktadır. Kilisiden
çıktığınızda bir Meryem Ana heykelinin bulunduğu havuz ile karşılaşırsınız. Bu
havuzun içinde gördüğünüz bozuk paralar size ip ucu verir. Evet, burası bir
dilek havuzudur. İnanışa göre dilek tutarak attığınız bozuk para havuzun dibindeki
deliğe girerse dileğiniz kabul olur, ama ben daha o deliğe parası girene hiç
rast gelmedim. Nitekim ablamın ve benim attığım para da deliğe giremedi.
Buradan çıkınca sağda bir şarap evi ile karşılaşırsınız. Bu evin girdiğiniz
katı müze, minare merdiveni gibi dik ve dar merdivenlerden aşağı indiğiniz yer
ise bir şarap evidir. Buraya ilk girdiğinizde gözünüz karanlığa alışana kadar
bir şey göremezsiniz. Alıştıktan sonra ise yine tarihi dokusu bozulmamış bir
mekandır gördüğünüz. Şarap bidonları, samanlar ve tahta oturaklar...
Buradan çıktıktan sonra karnımız epey
acıktığından soluğu Can Restorant'ta alıyoruz. Bu nezih yerde benim için
yenilecek en doğal şey odun ateşinde pişmiş enfes gözlemeler. Ismarladığınız
gözlemeleri büyük bir iştahla yiyip tavşan kanı çaylarımızı içtikten sonra
dönüş turlarımız başlıyor. Çarşının çıkışında gördüğümüz dondurmacı bizlere
şöyle seslenerek hepimizi gülümsetiyor : ”Annem yapıyo ben satıyom. İçini de
sevgimi katıyom!“. Hepimiz gülümserken
ben bu kasabanın Şirin Evleri'nden şaraplarına taş yollarından el işi
tezgahlarına kadar herşeyin ama en önemlisi sıcak ve doğal insanlarının
bozulmaması ve hep böyle kalmasını diliyorum.
Artık güneş
batmak üzere, havada temiz bir esinti... Arkama dönüp son kez bu kasabaya
baktığımda güneşin kızıl ışığına bürünmüş haliyle bana göz kırptığını
görüyorum.
Artık
teknoloji çağında yaşıyoruz. Herşeyin hızla değiştiği ve biz insanların bu
değişikliğin peşinden giderken yorulup kendimizi ve evrenin bize
fısıldadıklarını dinlemeyi unuttuğumuz bu dönemde kendimizi ve ruhumuzu dinleme
fırsatı Şirince'den dinlenmiş, rahatlamış, olarak ve büyük bir keyifle
ayrılıyorum.
HATİCE TURGAY, Yaşar Üniversitesi Meslek Yüksekokulu Halkla İlişkiler ve Tanıtım Bölümü 2. Sınıf Öğrencisi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder